Rose, soğuk morgun havasında, keskin dezenfektan kokusu ve çürümenin ağır aroması arasında kaybolmuş bir ruhtu. Ölü bedenler arasında adeta bir rahibe gibi sessizce dolaşır, onların gizemli hikayelerini çözmeye çalışırdı. Yaşayanlardan kaçan, sessizliği tercih eden Rose için ölüm, bir son değil, yeni bir başlangıçtı. Soğuk parmaklarıyla bedenleri incelerken, ruhlarının fısıltılarını duymaya çalışırdı. Bu sessiz ve karanlık dünyada, ölüleri diriltme fikri bir saplantıya dönüşmüştü. Belki de bir gün, o soğuk bedenlere yeniden hayat verebilecek ve ölümün gizemini çözebilecekti.
Celie ise tam tersi bir dünyada yaşıyordu. Hayat dolu, enerjik bir doğum hemşiresiydi. Hastane koridorlarında koştururken, her yeni doğan bebekte mucizenin parıltısını görürdü. Evinde ise altı yaşındaki kızı Lila, neşe ve kahkahalarla evi doldururdu. Celie için Lila, güneş ışığı gibiydi. Onunla geçirdiği her an, altın değerindeydi.
Ta ki o trajik geceye kadar. Lila, ansızın hastalandı ve Celie’nin kollarında hayata veda etti. Bu ani ve yıkıcı kayıp, Celie’yi karanlığa sürükledi. Güneş ışığı sönmüş, dünya sessizliğe gömülmüştü. Artık her şey anlamsızdı. Bir anne, en değerli varlığını nasıl kaybedebilirdi?