Nazi işgalinin karanlığı tüm Avrupa’yı sarmışken, Londra da Alman bombalarının tehdidi altındaydı. Bu kaotik ortamda, iki farklı zihinsel dünyanın temsilcisi olan Sigmund Freud ve C.S. Lewis, beklenmedik bir dostluk kurdular.
Freud, psikanalizin öncüsü, insan ruhunun derinliklerine inen bir bilim adamıydı. Lewis ise fantastik edebiyatın usta kalemi, Hristiyan inancının savunucusuydu. Savaşın vahşeti karşısında, her ikisi de farklı arayışlar içindeydi. Freud, insan ruhunun karanlığını anlamaya çalışırken, Lewis, ruhun manevi boyutuna sığınıyordu.
Britanya’nın savaşa girmesiyle birlikte, Freud ve Lewis’in dostluğu derinleşmeye başladı. Düzenli olarak bir araya gelerek, kahve eşliğinde sohbetler ediyorlardı. Bu sohbetlerde, sadece savaşı ve güncel olayları değil, insanlığın varoluşuna dair temel soruları da tartışıyorlardı.